Ateşten gömlek giyerek, bir varoluş mücadelesi veren, dişiyle, tırnağıyla, kanıyla, canıyla yılmadan ve fedakârca savaşan kahramanların destanlarının yazıldığı, atmacaların şehri, Rize’nin Çayeli İlçesi Derecik Köyünde açtı gözlerini dünyaya.
Karadeniz kadar hırçın, Fırtına Deresi kadar coşkulu, Kaçkar Dağları kadar heybetli gözü pek uşakların yaşadığı topraklarda, “Her Türk asker doğar.” nidalarıyla büyüdü İbrahim. Türk’ün ateşle imtihan edildiği, varlığa karşı yokluğun, maddiyata karşı maneviyatın galip geldiği, hiçbir şeyleri olmadan, sadece ruhları ve yürekleriyle yedi düvele karşı emsalsiz bir mücadele gösteren dedelerinin yüreğindeki vatan sevgisi en büyük mirasıydı onun doğduğu günden beri. Aslan, yattığı yerden belli olurdu çünkü…
Taşlıdere’de, Fındıklı Çağlayan Deresi’nde, Fırtına Deresi’nde, Çayeli’nde ve Rize’nin daha pek çok yerinde mücadele veren ecdadı gibi, “İlle de vatan!” olacaktı onun da son sözleri elbette… Nasıl olmasındı ki? İstiklâl Harbinde, onca yokluğa, imkansızlığa rağmen, canları pahasına, çoluklarının çocuklarının öksüz, yetim kalması uğruna, “İlle de vatan!” dememiş miydi ecdadı da?
Düşmana nasıl bir millet olunacağı dersi ver memişler miydi? Bayrağımızın gökteki asil yerini muhafaza ve müdafaa etmek için aziz canlarından vaz geçmemişler miydi? Silahları, Batum’dan Anadolu’ya taşımada görev alan, yaptığı sayısız seferlerle büyük başarılara imza atan, gösterdiği bu destansı cesaretle İstiklal Madalyası kazanan Dursun Kaptan gibi mesela…
İman gücünün, silah gücünden üstün olduğunu kanıtlayan, bağımsızlığı namus ve şeref addetmiş Rizeli Mataracı Mehmet Efendi gibi…
Rum ve Ermeni çetelerine karşı harekete geçip, Türk halkını katliamlardan koruyarak halkın istiklal ve onurunu kurtaran Metozade Hüseyin Efendi gibi… Düşman ne kadar güçlü olursa olsun vazgeçmeyen, son teknoloji bir denizaltıya karşı, taka ve kotralarla karşı koyarak, büyük bir zafer kazanan Ketencioğlu Yakup gibi… Ve düşmana karşı tek yumruk olan Mutioğlu Kemal ve daha nice şehitlerimiz gibi, İbrahim de son nefesinde bile “Vatan!” demeye yemin etmişti.
Çünkü, memleketi için canını vermekten bir an bile tereddüt etmeksizin bir destan yazan atalarına karşı büyük bir minnet duyuyordu İbrahim. “Ha bu Rizeli atalaruna, ha bu Rizeli dedeleruna vefasızlık olur miydi hiç?” O yüzden söz vermişti önce kendisine sonra ailesine, vatanını kanının son damlasına kadar savunacaktı! Dedelerinin, çelik ve barutu yenen inancı ve azmi onun da damarlarında dolaşıyordu ne de olsa. Onları mahcup etmeyecekti İbrahim. Yattıkları yerde rahat ettirecekti… *
Sözünün eriydi çocukluğundan beri İbrahim. Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi,“Ahdine vefası olmayanın imanı da olmaz.” derdi hep. Ülkesine, ailesine, hısım, akrabaya ve Allah’ın yarattığı her varlığa karşı büyük bir vefa duygusu beslerdi. En çok da çocuklara ve yaşlılara karşı… Kendinden büyüklere karşı hürmette hiçbir zaman kusur etmezdi. Ailesi ve köyündeki bütün yaşlı insanlara özel bir kıymet verir, şefkat ve merhametle yaklaşırdı her birine. İlgi ve sevgisini onlardan esirgemezdi. Hayatlarını kolaylaştırmak için elinden geleni yapardı.Sadece yaşlılara da değil, bütün insanlara karşı büyük bir sevgi duyardı. Çünkü Peygamber Efendimizin,“İman etmedikçe cennete giremezsiniz.
Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” buyurduğu gibi, sevgi imanın özüydü. İşte İbrahim de Allah yolunda, sevgiye ve sevmeye yüreğinin bütün kapılarını açmış bir insandı. Dinimizin gereklerini yerine getirerek, Kur’anı Kerim ahlâkıyla donanarak, iyi bir insan olmaya çalışıyordu her daim. İçinde kimseye ve hiçbir şeye karşı bir toz zerresi kadar bile kin ve nefret duygusu taşımıyordu. Her zaman uzlaştırıcı ve hoşgörülü olmayı tercih eden bir yapısı vardı. Haklıysa bile sesini yükseltmez, karşı tarafı mahcup etmemek için konuyu kendisi kapatırdı. Kimseyi küçük görmez, hafife almazdı. Alçakgönüllü ve çok ağırbaşlı bir insandı. Muhakeme yeteneği ile her zaman olgun bir insan izlenimi verirdi.
O yüzden, büyük, küçük herkes ona çok güvenirdi. Bu güveni de hiçbir zaman boşa çıkarmamıştı İbrahim.Çok yardımsever, çevresine son derece duyarlı bir delikanlıydı. Doğruluktan hiç ayrılmaz, hep haklının yanında dururdu. Yalanı yoktu, riyası yoktu. Kendini bildi bileli, en büyük isteği vatani görevini yapmak ve memleketini savunmaktı.
Kardeşleriyle birlikte, daha el kadar bebelerken, köyün tepeliklerinde askercilik oynar, hayali düşmanlarla savaşır, ülkelerini savunduklarını düşlerlerdi. Komando olmak istiyordu İbrahim, her şeyden daha çok… Fakat askerlik vakti gelene kadar da boş durmaya niyeti yoktu elbette. Becerikliydi. Çok iyi bir kuaför olmuştu. Düğün, bayram oldu mu, çevre köylerden bile saçını kestirmek için ona gelirdi herkes. Aynı zamanda da çok iyi futbol oynuyordu.
Derecik Köyü futbol takımının kalecisiydi. Fırtınalar estiriyordu her maçta. Çocukken de “Hep Pele gibi olacağım.” derdi zaten. Bir kahraman olmak istiyordu. Olmuştu sahiden de. Futbolda değil belki ama iyi insan olmakta başarmıştı bunu. Maçlarda, turnuvalarda kazandığı paralarla,köylerine cami yapımına katkı sağlardı. Başı sıkışana yardım eli uzatır, sorununa çare arardı. Büyük, küçük herkesin kahramanıydı o.*Vatan borcunu ödeme vakti geldiğinde de öyle sevinmişti ki, bütün futbol takımındaki arkadaşlarına ve köyün çocukları na tatlı ısmarlamıştı.
Artık sabredecek hali kalmamıştı çünkü, bir an önce düşmanla göz göze bakıp, onlara derslerini vermek istiyordu. En çok da vatan ve mukaddesat için canlarını veren şehitlerimizin intikamını almaktı niyeti… Nasıl ki ecdadı, yedi düvele boyun eğmeyerek zalimlerle baş ettiyse, o da aynı şekilde vatanını savunmak için şartlar ve koşullar ne olursa olsun, teslim olmaktansa, kahramanca savaşmayı, gerekirse canını vermeyi tercih ediyordu. Artık onun da vakti gelmişti. Annesi, İbrahim’den ayrılacağı için çok üzgündü ama oğlunun vatan ve millet tutkusunu biliyordu.
Onun mukaddesatımızı korumak için canından bile vazgeçebilecek kadar korkusuz bir yiğit olduğunu büyü dükçe fark etmeye başlamıştı. Öyle bir vatan, millet, ezan aşkı vardı ki bir şehit haberi duydu mu, bendinden taşıyor günler ce kabına sığmayıp, yerinde duramıyordu. Gidebildiği bütün şehit cenazelerine gidiyor, saf tutuyordu. Kurtuluş savaşı yıllarında, vatan savunmasında başrolü oynayan, takalarının sırtına binip, arkalarına bir tek inançlarını alarak savaşan dedeleri için bayrak ve vatan nasıl ki namussa, İbrahim için de öyleydi… Namusunu korumak için canından bile geçerdi. Nitekim, Milli Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un dizelerindeki gibi, “Durma git evladım, açıktır yolun…
Cenge sıvansın o bükülmez kolun; Süngünü tak, ön safa geçmiş bulun, Uğrun açık olsun, uğurlar ola!” diyerek çıktı yola İbrahim…Askerliği çok sevmişti. Kendini bulmuştu, Peygamber Ocağında. Büyük bir azim ve özveriyle çalışıyor, görevini en iyi şekilde yerine getiriyordu. Acemiliğini başarıyla bitirip, usta birliğine teslim olmadan önce, ailesi ve akrabalarıyla helalleşmek üzere memleketine geri gelmişti. Usta birliği için, Bitlis’e gidecekti.
Çatışmaların en yoğun olduğu bölgelerden biriydi Bitlis ama hiç korkusu yoktu İbrahim’in. Bilakis heyecanlıydı, yıllardır bu anı beklemişti ne de olsa. İzinli gelince, bütün akrabalarını tek tek gezerek helalleşti, sevdiği yemeklerden istedi. Halasına, “Meşhur açma böreklerinden yap da son bir kez yiyeyim, nasıl olsa bir daha yiyemeyeceğim.” dedi, sanki şehit olacağını hisseder gibi… Amcasını ziyaret ettiğinde, evin avlusuna oturup, bir sonraki gelişinde ay yıldızlı bayrağımıza sarılı olarak geleceğini söylemiş ve çocukluğundan beri gölgesinde oturduğu çam ağacının altına gömülmeyi vasiyet etmişti…
Amcası her ne kadar, “Daha güzel günlerimiz olacak yeğenim.” dese de İbrahim ikna olmamış, “Siz dediğimi yapın.” demişti. Ayrılık vakti geldiğinde, terminalde davullarla zurnalarla uğurlanırken babasına, “Ben şehit olacağım, hakkını helal et babam.” deyip sarılmıştı. Sonra kardeşine dönüp, “Okumayacaksan, muhakkak bir meslek sahibi ol. Benim mesleğimi devam ettir, kuaför ol.” demiş, tıraş takımlarını ona bırakmıştı… Şehadete doğru yürüdüğünü hissediyordu İbrahim.
Ailesi fark etmemişti ama onları şehadetine hazırlamaya çalışıyordu. Gerçekten de birliğine teslim oluşundan sonra, on beş gün haber alamamıştı ailesi İbrahim’den… Meğer, terör örgütü tarafından yapılan silahlı saldırıda yaralanmış, Diyarbakır’da hastaneye kaldırılmıştı o süreçte. Yoğun bakımda geçen on beş günün ardından şehadet şerbetini içmiş ve Peygamber Efendimize komşu olmuştu…
İstiklâl Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un dizelerindeki gibi, düşmana bu toprakları çiğnetmemek için şehadet şerbetinden tadan Jandarma Komando İbrahim Mızrak gibi bütün şehitlerimizin, Malazgirt ruhundan, Çanakkale ve İstiklal Savaşlarından miras aldıkları coşkuyla döktükleri kanlar, bu vatanın bedelinin ödendiğinin en büyük kanıtıdır. Bizlere böyle bir zaferin gururunu yaşatan, bayrağımızın gökteki asil yerini muhafaza etmek için, aziz canından vazgeçen şehitlerimizi en içten şükran duygularımızla bir kez daha anıyoruz. Vatan, bayrak, devlet ve ezan için kanını dökmekten çekinmeyen bütün şehitlerimize Allah’tan rahmet, yakınlarına ve milletimize başsağlığı diliyoruz.
Şehitler ölmez, vatan bölünmez! Şehidimiz Jandarma Komando Er İbrahim Mızrak’ın yazdığı dizeler… “Bülbül konmuş pınar başına. Yazık değil mi bu gözyaşıma? Dağlarda bir iş gelmiş başıma, İbrahim yazın mezar taşıma. Ansızın bakarsın kara haber, “Oğlun askerde şehit olmuş” derler. Bayraklar altında gelirsem eğer, Üstüme gelip de ağlama anam.”
Kyn:Rize